“Bunlar (servetim ve kudretim) bana, bendeki bilgi ve beceriden dolayı verilmiştir” – Kârun, (MÖ. 1300)1
“Bilgi güçtür.” –F. Bacon, (MS. 1600)2
Aralarında yaklaşık üç bin yıl olan iki kişi değil de muasır iki kişinin sözleri gibi duran yukarıdaki alıntılardan hareketle, “ilim ve insan” üzerine biraz tefekkür edilemez mi?
“Gözlerimizi Mevla’dan Leyla’ya çevirişimizin tarihi” diyordu bir hocamız, “Rönesans ile başlar.”
Yüzümüzün, kalbimizin, aklımızın yönünü, insanlık olarak topyekûn Leyla’ya çevirişimizin bu hikâyesini bilmeyen yoktur.
Allah’ın nimetlerini verirken araya koyduğu vasıtaları Allah yerine koymak hatasının tarihi ise Kârûn’a ve çok daha öncesine kadar gidiyor.
Her insan dünyaya zihnindeki pencerelerden bakar ve hayatı öylece anlamlandırır. Pencerelerimizin rengini, şeklini, “markasını” görebilmek için, kâfi miktarda geriye çekilmemiz gerekir. Burnumuzu cama ya
pıştırıp, camın da pencerenin de varlığını unutursak, gerçeğin ta kendisi olduğuna emin olduğumuz görüntülerin bir çarpıtama ve belki bir vehim olduğunun farkına bile varamayız. Düşünmekten daha önemli olan, düşünce kalıplarımızın farkına varabilmektir.
Varlık hakkında filtresiz görüntü almaya en çok yaklaşanlar, ancak Allah’ın insanlara gönderdiği peygamberler olmuştur. (Bkz. “Allah’ım, bana eşyanın hakikatini göster.”-Hz. Muhammed (sav.) Zira bu peygamberlerin en yüksek gayelerinden biri; hakikatini kavradığı eşya ile bu hakikate ulaşamayan insan aklı arasında rehberlik yapmaktır. İnsan; hevâsıyla, sonsuz ihtiyaçlarıyla, kötü alışkanlıklarıyla ve daha pek çok noksanlığı ve kusuru sebebiyle perde üstüne perde çeker gözlerine. Perdeleri kaldıran, zincirleri kıran, pencereleri açan bir Nebi geldiğinde, akıl, yaratılış gayesine uygun işlemeye başlar. O zaman insan, hakikat yolculuğunda müstakim bir sırat üzere olabilir.
Bu bağlamda yeniden Kârun ve Bacon’a dönelim.
Günümüzden 3300 küsur yıl geriye gittiğimizde de insanın değişmediğini, daha doğrusu imtihanların inceldiği noktaların benzer olduğunu görmek mümkün.
İlmin; (felsefeden uzay fiziğine, tarih biliminden tıbba varana dek her tür bilimi/bilgi türünü içine alan geniş manasıyla); imana kuvvet veren, insan olmaktan kaynaklı acziyeti hissettiren, insana haddini bildiren, dünya ve ahiret için hayırlar üreten bir alet olarak kullanıldığı bahtiyar zamanları da gördü yeryüzü. İlim, âlim için alametlerden Hakk’a ve hakikate varma vasıtası kılındığında insan, eşref-i mahlûk sıfatına layık oldu.
Fakat, yıllar önce şairin dediği gibi, oluklar hep çift akmıştı bu dünyada. Nurun yanı başında akan kir, insanoğlunun kaderinden zamanın hiçbir kesitinde eksik olmamıştı.
Kârûn, kendini ilmin sahibi, hâkimi sanmıştı; ilim sahibi oluşunda nefsinden başka kimseciklere bir pay vermedi. Bilgi güçtü ve daha güçlü olmak için bir araçtı. Bin yıllar sonra gelen Bacon da Kârûn’un nefesiyle konuşmuş, bilgiyi kaynağından da amacından da işlevinden de saptırmıştı. Pencerelerinin rengi gaflete boyanmış, şeklini hevâ
bürümüş, zihinleri bilgiyi kendi mütekebbir bakış açılarına göre tarif etmiş ve konumlandırmıştı.
Acaba biz bugün hayata kimlerin penceresinden baktığımızın farkında mıyız?
Bilginin ve ilmin insana güç ve güven veren bir yönü olduğunu tartışmak abestir. Fakat biz bilgiyi bu amaç doğrultusunda değerlendirirsek neticesi, tıpkı Kârûn gibi servetimiz ve gücümüzle yerin dibine batmak olmaz mı?
Bugün “terör dengesi” denen “akıl ürünü” cinnet, büyük devletlere dünya nüfusunun toplamını on beş defa yok edebilecek kadar nükleer silah depolatmışken, başımızı ellerimizin arasına alıp düşünmenin vakti gelip de geçmedi mi?